14 Ağustos 2017 Pazartesi

Adaletin analitiği olur mu?

Sadece 4 metre boyunda bir filikada okyanusun ortasında kalan dört denizcinin, hayatta kalmak için çok seçenekleri kalmamıştır. Yakaladıkları bir deniz kaplumbağasını yedikten sonra tüm yiyecekleri tükenmiştir. Kazanın onuncu günüde açlık ve susuzluk tahammül edilebilir eşiği aşmıştır. Artık, tek su kaynakları kendi idrarlarıdır. Bu aşamada batan teknenin kaptanı, kura çekilerek içlerinden birisinin diğerlerinin hayatı uğruna feda edilmesini önerir. Zorunluluğun suç işlemeyi maruz gösterip gösteremeyeceği ve analitik seçimlerin adaleti üzerine gerçek bir hikaye. 

“Bu araştırmada, adalet ile fayda birbirinden ayrı düşmesin diye, hakkın onayladığını, çıkarın gerektirdiği ile uzlaştırmaya çalışacağım.”

Jean-Jacques Rousseau, Toplum Sözlşemesi

Daha önce karar alma, seçim yapma, strateji belirleme gibi konularda analitik yöntemi nasıl kullanabileceğimizi çeşitli örneklerle bu sayfalarda ele almıştık. Yapılan analizlerin pek çoğu fayda-zarar yöntemine ya da daha genel bakış açısı ile temel olarak Faydacı Teoriye dayanıyordu.

Analitik yöntem, hayatın pek çok yerinde kullanışlı imkanlar sunabilse de, özellikle adalet söz konusu olduğunda kişisel haklar (ya da azınlık hakları) ihlal edilmeme şartı ile uygulanması azami önem gösterir. Sonuçta Faydacı Teori, kişisel ya da azınlık hakları konusunda zaten sabıkalı bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır.

Harvard'dan adalet üzerine görüşleri ile ün kazanmış Prof. Micheal Sandel'in de sık sık başvurduğu Kraliçeye karşı Dudley Stephens davası gibi çarpıcı bir örnek üzerinden, girişte bahsettiğimiz konuyu açıklamaya çalışalım, şimdi.

Hukuk tarihini derinden etkileyen dava 19.yüzyıldaki bir yamyamlık vakası üzerine. 16 metre boyundaki İngiliz Mignonette yelkenli yatı, iç denizlerde kullanılmak üzere imal edilmişti. Avusturalyalı bir avukat tarafından satın alınana kadar imal edilme amacına yönelik olarak hizmet etmekteydi. Ama şimdi bir zorluk vardı; bu küçük yat Avusturalyaya nasıl götürülecekti?

Görev, bu boyutta bir tekne için öyle zordu ki, aylarca bu sefere çıkmaya gönüllü mürettebat bulunamadı. Uzun süren aramaların ardından, dört denizci göreve talip oldu; Kaptan Tom Dudley, Edwin Stephens; Edmund Brooks; ve denizcilik deneyimi hemen hiç olmayan yetim miço Richard Parker. Diğer denizcilerin ailevi ya da sosyal durumları öne çıkarılmazken -sadece baba oldukları yazılı bir kayıtta-, genç miçonun ısrarla her yerde neden "yetim" olarak belirtildiğini az ileride göreceğiz. Tekne bu dört kişiden oluşan mürettebatı ile 1884 yılının 19 Mayıs günü ‘lanetli’ seferine başladı.

[caption id="attachment_688" align="alignleft" width="288"]mignonette-sink2 Mignonette Batarken[/caption]

Henüz Süveyş kanalı açılmadığından, küçük Mignonette, kuzey Avrupa ve batı Afrika açıklarından hedefine doğru seyrediyordu. 5 Temmuz günü, Ümit Burnuna 2600 km uzaklıktayken, Kaptan Dudley aslında tekne zor durumda olmamasına rağmen faça etme (rüzgara karşı dönerek yelken yardımı ile durma) emri verdi. Niyeti mürettebatı biraz dinlendirmekti. Tekne manevrasını tam tamamlamıştı ki, yandan şiddetle vuran bir dalga, küpeştesini okyanusa sürükledi. Bu anda Dudley, yatın sonunun geldiğine hükmederek müthiş hızlı bir karar ile sadece 4 metrelik filikanın suya indirilmesi talimatını verdi. Dudley’in tahmin ettiği gibi tekne, dalganın vurmasının ardından sadece 5 dakika sonra okyanusun sularına gömülmüştür. Bu ai karar dört denizcinin hayatta kalmasını sağlamıştır, şimdilik. Ama, Dudley'nin vereceği sıradışı kararlar bunlarla sınırlı kalmayacaktır.

[caption id="attachment_689" align="alignright" width="349"]mignonette-survivor3 Kazazedeler[/caption]

Bu ani batıştan ötürü, sadece 4 metrelik filikadaki dört denizcinin, iki kutu turp konservesi ve birkaç navigasyon aleti dışında ellerinde hiçbirşey kalmamıştır. Güney yarımkürede kış olmasına karşın, ufukta yağmur da gözükmemektedir. Başlarına musallat olan köpekbalıkları da cabasıdır. İlk iki gün hiçbirşey yemezler. 7 Temmuzda ilk turp konservesi açılmıştır. 9 Temmuz günü, yakaladıkları bir deniz kaplumbağasını yemeye başlarlar. Kaplumbağa ve ikinci konserve de 15 Temmuz günü tükenmiştir. Açlık ve susuzluk artık tahammül edilebilir eşiği aşmıştır. Artık, tek su kaynakları kendi idrarlarıdır. Bu aşamada Dudley, kura çekilerek içlerinden birisinin diğerlerinin hayatı uğruna feda edilmesini önerir. Bu teklif kabul görmez.

[caption id="attachment_687" align="alignleft" width="346"]mignonette-cannibal4 Çaresizlik (!)[/caption]

Genç miço Parker 20 Temmuz günü, sususuzluğun dayanılmaz hale gelmesi ile, uyarılara rağmen deniz suyu içtiği için hastalanmıştır. Üç-dört gün sonra da artık komadadır. Bu noktada Dudley, içlerinden feda edilmesi gerekenin yetim miço olmasına karar vermiştir artık. Kendilerinin bakacak karıları ve çocukları olması, daha sağlıklı olmaları, miçonun ne yükümlülüğü ne de arkasından yas tutacak bir yakını olmaması, zaten ölüme yakın olması gibi faktörler üst üste konulduğunda tartışılacak pek bir şey kalmamış gözükmektedir. analitik açıdan yaklaşıldığında çözüm tektir. Stephens ertesi gün teklifi kabul ettiğini söylese de, Brooks bunu kabul etmemiş, çekimser kaldığını ifade etmiştir. Parker ölmeden önce boğazı kesilerek dualar eşiliğinde kurban edilmiş, böylelikle kanı da su niyetine içilebilmiştir. Dudley hatıralarında, o utanç verici günü "çocuğu, hepimiz baba olduğumuz halde, aç kurtlar gibi kapışmıştık" diye anlatacaktır. Miço kurban edildikten dört gün sonra, kalan üç mürettebat bir Alman gemisi tarafından kurtarılır. Dudley, kuratarılma anını "-kahvaltıdan- hemen sonraydı" diye soğuk kanlılıkla anlatacaktır, tutmaya devam ettiği seyir defterinde! Kalan mürettebat faydacı teoriye uygun ve analitik olarak uygun gördükleri kurban etme kararını tamamen içselleştirmiştir.

Bu psikoloji içinde getirildikleri Cornwall limanında, olayı tüm çıplaklığı ile herhangi bir detayı saklamaya gerek görmeden Gümrük memurlarına itiraf edeceklerdir. Bu noktada onurlu birer denizci gibi davrandıklarını kabul etmek gerekir sanırım.

Mahkeme sırasında savunmanın, zaten öleceği muhakkak olan birisinin diğerlerinin hayatını kurtarmasının bir tür kendini feda eylemi olduğu sayılması gerektiği yönündeki açıklamalarına karşın, yargıçlar, zorunluluğun kısmi nefsi müdafaa sayılamayacağına ve Anglo Sakson müşterek hukukuna göre, “zorunlululuğun suç işleme için mazaret olamayacağına” karar verirlerken, “kimin yaşayacağına ya da öleceğine karar verme yetisinin kimde olduğunu” da sorgularlar. Böyle bir kararın “sapkın tutkular ve küstah suçlar için gelecekte koruyucu bir pelerin” olabileceğinin tehlikelerine dikkat çekerler. Olayın savaş sırasında kendini feda etme ile bağlantısı olamayacağını da vurgularlar (bunu yapmasalar başakaları tarafından toplumun iyiliği için askerde ölüme gönderilen gençlerin durumunu da tartışmaya açmış olacaklardır, zira!). Sonuçta, Dudley ve Stephens bağışlanma hakkı saklı kalmak kaydı ile ölüm cezasına çarptırıldılarsa da, sadece 6 ay tutuklu kalmalarına hükmedilir. Hayatında hep analitik kararlar aldığına, benzer bir kararla batan gemiden mürettabatını da kurtarmış olduğuna inanan Dudley, bu hükmü hiçbir zaman kabul etmez.

Michael Sandel de, kurban etme kararının kura çekme yolu ile ya da oy çokluğu ile alınması durumunda, verilecek hükmün aynı olup olmayacağını sorguluyor. Bu spekülatif sorunun yanıtını şimdilik bilemiyoruz.

Aslında bu mahkemede sorgulanan bir yandan da 18.yüzyıl Bentham’ın Faydacılık Teorisidir. Tüm kararların çoğunluğun mutluluğu gözönüne alınarak verilmesi ilkesi, kişisel ya da azınlık haklarının korunması karşısında çökmüştür. Günümüzde şirketlerin pek çok yerde başarı ile kullandıkları Faydacılık Teorisine dayalı fayda-zarar analizlerinin, iş insan hayatının değeri gbi bir konuya dayandığında çuvallamasının nedeni de budur. Aynı mahkemelerimizde verilmeye devam edegelen, türlü kazalar sonucu hükmedilen insan hayatı karşılığı tazminat bedelleri gibi.

 

Ender Şenkaya

Ağustos 2017