Princeton’dan Roland Benabou ile IMT İleri Araştırmalar Enstitüsünden David Ticche ve Andrea Vindigni imzalı bildiride (Yasak Meyveler: Bilimin Eko-Politiği, Din ve Büyüme), geliştirilen eko-politik modelin temel aldığı üç parametre şöyle sıralanıyor; (i) verimliği arttırırken dini inançlarda erozyona neden olan ve tekrarlanagelen bilimsel buluşlar, (ii) güçlü yönetimlerin bu buluşları topluma yayma ya da yok sayma etkileri, (iii) doktrinlerini yeni “bilgi”ye uyarlamaya hazır ve bunun için yatırım yapabilecek dini örgütlenme yapısı.
Makaleye göre, bilimsel bilginin dinamikleri ile dini inanışlar arasındaki karşılıklı etkileşimlerin, uzun dönemde farklı toplum yapılarına göre üç ana eksene doğru doğru odaklandığı görülüyor:
- “Laikleşme” ya da “Batı Avrupalı” rejimlerde olduğu gibi, dinden uzak, özgür bilimin hakim olduğu ve kilisenin (dini örgütlerin) pasif konumda kaldığı aynı zamanda da yüksek vergilerin öne çıktığı yapılar
- Bilgisel olarak durağanlık yaşanan, hiçbir modernleşme çabası göstermeyen katı dinci “Teokratik”yapılar ki; bunlar dini alana ciddi kamusal kaynak aktarmaktalar ve,
- Bunların arasında kalan ve genellikle bilimsel gelişmeyi süreğen dini yapıyla buluşturabilen, “Amerika” tarzı yapılar ki; bunlarda dini örgütler kendilerini bilimin getirdiklerine göre uyarlama yapısına sahipler.
Yazarlara göre söz konusu model geliştirilirken, büyümenin en belirleyici faktörü olarak bilim ve inovasyona odaklanılmış olsa da, tutumluluk, sosyal kurallar, iç barış ya da uyuşmazlıklar gibi dini doktrinler tarafından öne çıkarılan değerlerle ilişkiye de beraber incelemek gerekmiş.
Yazarlar, din faktörünün, özünde bir inovasyon kusuru yarattığını iddia etmiyorlar. Ancak, hipotezlerine göre, liderlerinin dini kurumların etkisinde olduğu teokratik iktidar modelleri, kamusal politikaların bilim-dışı görüşlerin egemenliği altına girmesi ile sonuçlanabiliyor. Bu duruma örnek olarak, Osmanlı İmparatorluğu döneminde matbaanın yasaklanmasını ve eski Amerikan başkanı George W.Bush’un kök hücre araştırmalarına bütçedene ayrılan payı kısıtlaması gibi göze çarpıcı kararları gösteriyorlar. Tüm bu kısıtlamalar göz önüne alındığında bile, Dünya Gelirinin %20’si hem dindar hem de inovatif olan bir ülkeden (ABD) geliyor diyor, bildiriyi haberleştiren The Economist yorumcuları.
Tarihsel Perspektif
Makalenin ele aldığı parametrelerin tarihsel evrimine, biraz da “Doğulu” bakış açısıyla beraber bakalım şimdi.
Müslümanlığın Orta Doğu, Kuzey Afrika ve güney Avrupa’da yayılması 632-732 yılları arasına denk gelir. Bu yayılma sırasında hızla rasyonel bilimlerle yani felsefe, matematik ve astronomi ile karşı karşıya gelen yeni doktrinin otoriteleri, iki seçimle karşı karşıyadır; ya yeni rasyonel bilimi Islama ve Arap bilimine gereksiz bir katkı olarak kabul ederek inanç için potansiyel bir tehdit olara kabul edecekler ya da Kur’an ve Hz.Muhammed’in öğretilerine uygun olarak, zorla din değiştirtme yolunu seçmek yerine, gayri-müslimlerle mantıksal tartışma ortamları yaratarak yeni öğretiyi yaymayı deneyeceklerdir. Bu tür bir dinsel ve entellektüel çoğulculuk ortamında meyvelerini verecek bilimsel gelişme, özellikle cebir, trigonometri ve Hint rakamları ile onun sonucu olacak ondalık sayı düzenin gelişmesi gibi çok ciddi gelişmelerin önünü açacaktır. Deneysel metodu benimseme ile, kimya ve tıp alnında da hızlı bir gelişme gözlenecek, Aristo ile tanışan İslam bilginleri (ki Muallim-i Evvel -ilk öğretmen- olarak adlandırırlar kendisini) özellikle antik Yunan felsefesininin tercümeler vasıtası ile Ortaçağ karanlığından geleceğe aktarılmasında da önemli rol oyayacaklardır. Bu Arap Rönesansı olarak adlandırılabilecek dönemde, Bağdat’ta Abbasi Halifesi Harun Reşit döneminde açılan (762) Beyt Ül Hikmet (Hikmetler Evi)’nin katkısı yadsınamaz. İbn-i Sina’nın tıp üzerine yazdığı El Kanun fi’t Tıb (Tıbbın Kanunu) neredeyse 16.yüzyıla kadar Batı üniversitelerinde kaynak kitap olarak okutulabilmiştir.
Ancak bu parlak dönem, özellikle Kur’an dışı her öğretiyi şirk kabul eden İmam Gazali’nin etkisi ile 11-12.yy sonrası hızla yok olmaya başlamış ve Abbasi döneminin aydınlanması yerini katı tutuculuğa terketmeye başlamıştır. O günden sonra da antik Yunan bilim ve felsefesi, Arap Dünyasının medrese ve vakıf okulları müfredatından tamamen çıkartılmıştır. İslamın seçtiği yol, 4.yy Roma’yı çöküşe götüren yoldan farklı değildir; Hristiyanlığı kabulü ile Roma kilisesi de antik Yunan’a kapılarını kapatmayı inancın gereği olarak kabul etmiş, ve hızla çöküşe sürüklenmişti. 12. Yüzyılda, İslam Dünyası, din yayma alanında halihazırda kazanılmış başarılarının altını oyacağı düşüncesi ile inovatif düşünceye şüphe ile yaklaşsalar da, o yıllarda aslında İslamiyet Şii, Sunni ve Sufi’ler olarak zaten bölünmüş durumdadır. Diğer tarafta Batı’da katolikler halen “birlik”i bir şekilde korumaktadır. Aynı dönemde, Aristo’nu Hristiyanlıkla taban taban tabana zıt fikirlerinin, 1210 yılında kilise tarafında tamamen yasaklandığı bir döneme girilmiş ama Thomas Aquinas’ın Summa Theologia’sı ile Aristo ve Kilise doktrinini bir şekilde birleştirilince bu yasak 1325 yılında fiilen ortadan kaldırılabilmiştir. Kilise kendini felsefi düşünceye bir şekilde açabilmeyi başarmıştır. Aristo’nun da yanlışlanmasına üç asır vardır, ve geçici barış sağlanmış durumdadır.
Kilise ile bilimin bir sonraki derin çatışması, Galileo ve Giardano Bruno gibi astronomların çalışmaları sonucu artık uzlaşamaz noktaya gelmesi ile bir kez daha 17.yüzyılda alevlenecektir. Bu çatışma, bilimsel çalışmaların, örselendiği İtalya’dan, kuzeye Avrupa’ya, Hollanda, Fransa ve özellikle İngiltere’ye doğru kayması gibi önemli bir sonuca neden olacaktır. Her etkinin bir tepkisi olması gerektiği yakında Newton yasalarınca da ortaya konacaktır.
Yine de “Doğu”da, bilimin ve bilginin önündeki hiçbir engel, Osmanlı’nın matbaanın gelişini üçyüz yıl geciktirmesi kadar yıkıcı etkide olmamıştır. 1455 yılında Gutenberg ilk İncil’i bastığında, Katolik kilisesi bunu, dini kitlelere yaymak ve hatta bundan kar sağlamak için için büyük bir fırsat olarak değerlendirecekken, İstanbul’daki şeyhülislamın dinden çok, kulaktan dolma hurafeyi din olarak yaymayı tercih ettiği açıktır. Bugün bile bu yaklaşımın kalıntıları toplumu şekillendirmeye devam edebilmektedir. Özlelikle Arap-Türk Dünyasındaki matbaa karşıtlığı 1515 yılında Yavuz Sultan Selim’in Osmanlıca kitap basanlar için ölüm fermanı çıkarması ile doruk noktaya ulaşacaktır (bu fermanı doğrulayamadık). Bu tarihte Avrupa’da 1000 kadar matbaa açılmıştır bile. Osmanlıda basılan birkaç kitap da sadece İbranice’dir. İbrahim Müteferrika’nın (aslen Romen Abram (?) Cluj) 1729’da (Lale Devri sonu) basmayı başarabildiği Vankulu Lügati ise ilk Osmanlıca basılan kitap olarak anılacaktır. O güne kadar basılanlar birkaç gayri-müslim kul içindir, olsa olsa.
Batıda ise, baskı tekniği hızla aydınlanma hareketinin önünü açacak, Diderot ve d’Alembert’in basacağı ilk ilk "ansiklopedi"yi mümkün kılarken (1751), Dünyanın geri kalanı ile temel bir ayrışma noktası yaratacaktır. Osmanlı’da ise baskı tekniği ancak 19.yüzyılın başında II.Mahmut’un orduda reform çalışmaları kapsamında kullanılmaya başlanabilecektir. Büyük zaferler çağını, ancak topçusu ile başarmış olan Osmanlı, gerileme teşhisini doğru olarak koysa da hayli geç kalmıştır. Batıda çok endüstri devrimi başlamıştır, Amiral Perry’nin buharlı gemilerinin Hong Kong’a ulaşmasına birkaç yıl vardır. Bu ayrışma noktası sömüren ile sömürülen arasındaki farkı da pekiştirmiş olacaktır çok yakında.
Günümüz
Charles Darwin Türlerin Kökeni Üzerine’yi (1859) yayınladığında ciddi muhalefet ile karşılaşmış olsa da birkaç on yıl içinde özellikle laik Batı ülkelerinde çok ciddi kabul görmüştür. Bu kabulde Yaratılış (Genesis) kitabının halihazırda jeolojik ve doğa bilimlerine ilişkin bulgularla altının oyulmuş olmasının katkısı büyüktür. Hal böyle iken 2008’de Endonezya, Malezya ve Pakistan’da yapılmış bir araştırmaya (Hameed) göre evrim kuramını doğru ya da olasılıkla doğru bulanların oranı sadece %20 iken, Mısır’da bu oran %8’dir. Vatikan ise konu üzerinde yaklaşık 100 yıl kadar suskun kalmış, sonrasında da Makale’nin modelinde “onarım” olarak geçen doktrin adaptasyonu ile insan vücudunun maddi ve ruhi ikiliği (düalizm de diyebiliriz) yolu ile bir orta-yol bulunmaya çalışılmıştır.
ABD her ne kadar zengin ve teknolojik olarak yüksek gelişmişlik seviyesine sahip olsa da, politik kaygılarla da evrim kuramı aleyhinde en ciddi muhalefetin görüldüğü ülkelerden birisidir. 1925 Tennessee’de yayınlanan Butler Yasası ile, İncil’e ters düşen kuramın okullarda okutulması yasaklanacaktır. Ama bu yasak öncekiler gibi üç asır beklenmesi gerekmeden 1967 yılında yürürlükten kalkacaktır. 2001 yılında yapılan Gallup kamuoyu araştırmasında, Amerikaların %45’inin tanrının insanı bugün olduğu gibi yarattığına inandıkları ortaya çıkmaktadır. Daha da çarpıcı sonuç, ABD Ulusal Bilim Vakfı (NSF)’nin araştırmasında insanlar ile dinazorları aynı anda varolduğunu düşünenlerin oranı tam %52’dir. Bu bulguların da önemli sonucu olarak, Dinci Sağ’ın
yükselmesi ve en sonunda George W.Bush’un yürüttüğü seçim propagandasına uygun olarak embriyonik kök hücre araştırmalarının seçiminin ertesinde kısıtlanması gelecektir. Kısıtlama Obama yönetime gelene kadar sürmeyi başaracaktır. Dinci-Sağ ile vergi-karşıtı çıkar gruplarının koalisyonunun (Reagan ile başlayan ve Bush ile doruğa çıkan) ABD’de gelir adaletsizliği ile keskin ve süreğen bir çakışmaya denk gelmesinin önemine değiniyor yazarlar. Kamu kaynaklarının sadece kısıtlanması değil tek sorun. Aynı zamanda kısıtılı kaynakların Kentucky’de 40 milyon dolar üzerinde para harcanan Yaratılış Müzesi Genişletilmesi gibi projelere aktarılması da var ki, bu proje ile Nuh’un Gemisi hikayesinin edebi gerçekliğinin ispatı hedefleniyor. Bu tür muhafazakar koalisyonlar, 2012’de Kaliforniya’da olduğu gibi, kıyı politikalarının küresel ısınmanın getireceği deniz yükselmesini baz almasını yasaklayan kanunlar çıkmasına kadar bilim karşıtı politikalar da sergileyebiliyorlar.
Müslüman Dünyasında da geçmişten gelen bu bilim karşıtı politikaların kalıntılarına halen rastlanmaktadır.
Ülkemiz gibi laikliği seçmiş ama halkının çoğunluğu müslüman olan bir ülkede bile, bitcoin’den milli piyangoya, feminizmden grev hakkına kadar konularda ‘ulema’ olarak fetva veren Diyanet uygulamalarından tutun, Milli Eğitim müfredatından evrim kuramının çıkartılmasına ya da Sağlık Bakanlığının bilimsel metodla kanıtlanmamış hacamat gibi uygulamaları ‘tıbbi’ olarak kabul etmesine kadar pek çok uygulama ile, teokratik politikalar için kamunun tümüne ait kaynaklar kullanılabilmektedir. Bu yargıyı öznel bulabilirsiniz. O zaman, BM’nin 2002 Arap İnsani Gelişmişlik Raporuna bir gözatalım; 1970’lerde Arapçaya tercüme edilen kitap sayısı, bugünün Yunan diline çevrilenin beşte biri mertebesindedir. 1980’lere gelindiğinden normalleştirilmiş bir veri göz önüne alındığında, Arap Dünyasında bir milyon nüfus başına 4.4 kitap tercüme edilirken, Macaristanda bu sayı 519, İspanyada ise 920’dir. Bilim söz konusu olduğunda, Pakistanlı bilimadamı Pervez Hoodhboy’un belirttiğine göre 46 İslam ülkesinin toplam Dünya bilimsel yayınlarının sadece %1.17’sini yaptığını görüyoruz; İspanya tek başına 1.48’ini yaparken. 2008 yılında yapılan bilimsel yayın sıralamasında en dipteki 28 ülkenin yarısı İslam Birliği Örgütü üyesi. Hoodhboy, o yıllarda İslamabad’daki en önemli üniversite üç cami varken ve bir dördüncü planlanırken, kitapçı dahi olmadığını ifade ediyor.
The Economist’in yorumcuları, inovasyon önünde engel teşkil etse bile din faktörü, sosyal bağları güçlendirmesi ile maliyeti düşürdüğünü iddia etseler bile, ülkemiz özelinde Dünya ile bir potada kıyaslandığımız Pisa gibi çeşitli göstergeler durumun iç açıcı olmadığını ortaya koymakta.
Modelin Ülkeler Arası Değerlendirmesi
Makale yazarları farklı ülkeleri aynı posta içinde değerlendirme maksadı ile iki temel uluslararası veriyi göz önüne almışlar çalışmalarında; Dünya Değerler Araştırması (WVS) ve Dünya Entellektüel Politikaları Örgütü (WIPO).
WVS’nin baz alınan iki sorusu şunlar;
(i) Dini bir kuruma gidip gitmemenizden bağımsız olarak kendinizi nasıl tanımlarsınız ?
a. dindar bir insan b. dindar olmayan bir insan c. ateist d. bilmiyorum
(ii) Tanrıya inanır mısınız?
a. Evet b. Hayır c. Bilmiyorum.
Bu değişkenler ilişkilendirme grafiğinin yatay ekseninde 0 ile 1 arasında değerlerle temsil ediliyor.
WIPO araştırması sonuçlarından alınan her ülkenin vatandaşları tarafından yapılan toplam patent başvuru sayısı da aynı grafiğin dikey ekseninde logaritmik ölçekte temsil edildiğinde ve iki çalışmada da 19080, 1990, 1995, 2000 ve 2005 değereleri göz önüne alındığında aşağıdaki ilişkiyi görüyoruz:
Yukarıda iki grafikte de dindarlık ile inovasyon arasındaki çok güçlü negatif bağıntı ortaya çıkmakta. Tabii, sadece bu iki temel parametreyle yetinmeden, modellerini diğer çevresel parametrelerle geliştirmişler yazarlar. Bu çevresel parametreleri de kısaca özetlersek;
- Dini etmenler
- hem daha kalabalık ve devleti kontrol eden etmenler olarak, vergi miktarlarına ve harcamaların nerelere yönlendirileceğine karara veren etmenlerdir. Toplumu dini lagılara göre şekillendiren bu etmenler; zorunlu ibadeti, haftanın belli günlerinde çalışmaya veya kadınların faaliyetlerine kısıtlama getirmeyi dayatabilmektedirler.
- Keşifler ve Verimlilik Artışı
- Bilimsel keşiflerin, topluma yayılmalarına izin verildikleri durumlarda üretimi bir üst seviyeye taşıma kapasiteleri var. Diğer yandan, kutsal metinlerin doğaya yaklaşımları ile (evrenin oluşumundan insanın kökenine kadar) sıkça karşı karşıya gelmeleri ve inançta sarsılmaya neden olmaları da mümkün. Kimi zaman da, dini kurumlar matbaa ya da televizyonu etkin olarak kendi lehlerine de kullanabiliyorlar.
- Engellemeler
- Bilimsel araştırmalardan kaynaklı ‘tehlikeli fikirlerin’ sansüre uğratılmasının iki temel sonucu oluyor: birincisi bu fikirlerden ortaya çıkacak verimilik artışından tamamen mahrum kalmak, ikincisi ise bu fikirlerin yayılmasını önleyecek pahalı mekanizmaların önceden hazırlanması için yapılan masraflar (engizisyon ve din polisi gibi). Sansürlemenin diğer bir yolu olarak da, akıllı tasarım, iklim değişikliğinin inkarı gibi yandaş doktrinlerin üretilmesi, yayılması devasa bütçeler ayrılması getiriliyor. Bu etkilerin de modele uygun şekilde yerleştirilmesi gerekiyor.
- Dini Onarım Mekanizmaları
- İnanç karşıtı belli bir fikrin tolumda hızla yayılmasının engellenemediği durumlarda, vatandaşlar ya da hükümet dışında kalan (en azında bazı ülkelerde) dini kurumlar, bu fikrin ortaya çıkaracağı hasarı gidermek üzere çeşitli ‘onarım’ mekanizmalarını devreye alabiliyorlar. Bu genellikle kutsal metinlerin tekrar yorumlanması ve aslında bu yen bulguların orada var olduğunu kanıtlanmaya çalışılması şeklinde karşımıza çıkıyor.
- Zaman Çizelgesi
- Bu parametreler etkilerin konumlandırıldığı gençlik ve tepkilerin yeraldığı yaşlılık kuşağı olarak adlandırılabilecek iki kuşaklık bir zaman çizelgesi çerçevesinde incelenmiş oluşturulan modelde.
Makale yazarlarının geliştirdikleri modelden elde ettikleri bazı çıkarımlara göz atarsak:
- Dindarlık, bireyler arası güvenilirliği arttırdığı (iç çatışmaya neden olmuyorsa) ve otorite ile devleti legalleştirdiği ölçüde büyüme üzerinde doğrudan etki yapabilmektedir
- Kısa-orta vadede koyu dindar toplumlar ve kuvvetli din-devlet bağı önemli avantajlar olarak ortaya çıkmaktaysa da (uğuruna ölecek davalar gibi), uzun dönemde bilimin dışlanması nedeniyle Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi askeri gerileme dönemlerine girilebiliyor.
Yukarıda parametrelerini özetleyerek açıkladığımız modelin karmaşık matematiksel modeline aşağıdaki kaynaklardan ulaşabilirler dileyenler. Bizim için ilginç olanı, tarihsel vakalardan, hareketle toplumsal davranış biçimlerinin analitik olarak böyle üst düzey bir çalışma ile modellenebilir oluşuydu.
Özet, uyarlama ve yorumlar
Ender Şenkaya
Ocak 2018
Kaynakça:
Roland Bénabou Davide Ticchi Andrea Vindigni, FORBIDDEN FRUITS: THE POLITICAL ECONOMY OF SCIENCE, RELIGION, AND GROWTH, 2015-2017
No inspiration from above, Innovation vs Religion: A prayer a day keeps inventors at bay, The Economist
Ian Morris, Why the West Rules (For Now)
Halil İnalcık, Devlet-i Aliyye
J.Von Hammer, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi
Erol İrdelmen, Ecdadımız Osmanlı ve Matbaanın acıklı öyküsü, Milliyet